Home Genel Sihir ve Büyünün Tarihçesi

Sihir ve Büyünün Tarihçesi

by Rafael Zakra

Sihir ve Büyünün Tarihçesi Hakkında Bilgiler

Sihir ve Büyünün Tarihçesi  sihir yada bilinen diğer adı ile Büyü tarihin çok eski dönemlerinden beri, gerek siyasi otoritenin sağlanmasında, gerekse ikili ilişkiler arasında köprü kurmak yada köprüleri yıkmak amacı ile bir çok defalar, farklı şekil ve inanışlarla uygulanmıştır. Bu uygulamalar, her uygarlıkta kendini yine büyü olarak isimlendirmiştir; dolayısı ile Büyü kavramı ne zaman, nasıl, ne şekilde uygulanırsa uygulansın kişiler üzerinde baskı oluşturmuş ve bu baskı neticesinde isteğe, amaca bir şekilde ulaşmıştır uygulayan büyücü ya da sihirbazlar…

Aşağıda sizlere sunduğumuz bilgiler bir çok yazılı kaynaklarda yer almaktadır.

Sihir ve Büyünün Tarihçesi Hakkında Detaylı Bilgiler

a) Keldaniler Devri:
İnsanlık tarihinin en eski imansızlık, ahlaksızlık ve aldatma sanatı olan sihirbazlık ve büyücülük en parlak dönemini Keldaniler zamanında icra etmiştir.
Keldaniler, babil ülkesinde, bugünkü Irak topraklarında yaşamış eski bir kavimdir. Astronomi ve yıldız ilminde çok ileri gitmiş olan bu toplum, yıldızları, sabit olanlar ve güneş etrafında dönenler diye iki gruba ayırarak yıldızlara taparlar ve bunların kâinattaki olayları yönetip yönlendirdiğine, hayır ve şerrin, mutluluk ve bedbahtlığın bunlardan kaynaklandığına inanırlardı. Bu inançları sebebiyle yıldızlardan her biri için ayrı putlar yapıp heykeller diker ve bunlara tütsülerle, çeşit çeşit nefesler ve efsunlarla tapınırlardı. Hayır ve iyilikler için Müşteri (Mars), savaşta galip gelmek veya başkalarına zarar vermek istediklerinde Zuhal (Satürn) tabiat olayları ve salgın hastalıklar sırasında da Merih adına dikilen heykellere dua ederlerdi.
Tarihi kaynaklar Keldanilerin medeniyet merkezi olan Babil şehrinin çok mamur, bağlık bahçelik bir yer olması ve gayet süslü binalarının bulunması sebebiyle bu milletin mimaride ve sanayide çok ileri gittiklerini haber vermekle beraber, bu büyücüler ülkesinde güneş tanrısını temsil etmek üzere “Ba’l” putuna ait Babil kulesinin dikildiğini de bildirmektedir. Ayrıca tılsım denilen büyü şeklinin de ilk defa Keldaniler zamanında uygulandığı söylenir.
Cahil halk büyücülerin insanların şekillerini ve tabiatlarını değiştirdiklerine inanırlardı. Öyle ki sihirbazın bir adamı eşek veya köpek şekline döndürdüğüne, dilediği zaman da eski suretine iade ettiğine kani idiler. Bunlara göre büyücü bir yumurtaya, bir süpürgeye veya bir küpe biner, havalanır, havada uçarak Irak’tan Hindistan’a veya istediği herhangi bir yere gider, aynı gün geri döner gelirdi. Halk bu ve buna benzer garip olayları kâhinlerin yıldızlara yakınlığı sebebiyle başarabildiklerini zannederlerdi. Büyücüler, halkın bu saf düşüncelerinden türlü türlü hilelerle, bir takım hokkabazlıklarla istifade ederlerdi. Bazen devlet adamları bile bunların kötülüklerinden kurtulamazdı.
Gök cisimlerinin tanrılığına ve kainatı idare ettiklerine inanarak bütün evrenin ve yıldızların yaratıcısı olan Allah’ı kabul etmeyen Babil halkının bu yanlış ve batıl inanç ve akidelerini düzeltmek üzere İbrahim (as) onlara peygamber olarak gönderilmiştir.
Hz. İbrahim, bunlara Tevhit akidesini telkin etmiş ise de çoğu inkâr yolunu seçmiş ve kendilerine birtakım mucizeler göstermesine rağmen inkârlarında ısrar ederek o büyük peygamberi ateşe atmışlardı. Fakat Cenab-ı Hak müstesna bir mucize olarak müşriklerin ateşini zararsız hale getirmiş ve Hz. İbrahim’in kendisine inananlarla birlikte Şam tarafına hicret etmesini emretmiştir.
O devirlerde Babil’de ve bütün İran, Irak, Şam, Mısır ve Rum beldelerinde yaşayan halklar tevhid akidesinden uzaklaşmış, aya güneşe, yıldızlara, putlara tapıyor ve kâhinlerin, sahirlerin ve büyücülerin peşinden koşuyordu. Bu durum Dahhak ve Feridun devrine kadar devam etmiştir.
Feridun’dan itibaren Keştasib devrine kadar İranlıların hükmü altında kalan Babilistan’a zaman zaman İran melikleri gelir ve kalırlardı. Feridun ve onu takip eden devirlerde İran halkı tek Tanrı’ya inanmakla birlikte, insanlığın hayatı menfaatlerinin kaynağını teşkil ettiği için Anasır-ı Erbaa denilen su, torak, ateş ve havaya saygı duyarlardı. Bu devirlerde Babil sihirbazları ile amansız bir mücadeleye başlandı ve ele geçirilen kâhin ve büyücüler tamamıyla kılıçtan geçirildi.
Keyaniyan sülalesinin dördüncü hükümdarı ve Tehrasib’in oğlu olan Keştasib döneminde ortaya çıkan Zerdüşt’ün dini, İran’da yayılmaya başlayınca tek tanrı inancının yerini Mecusilik aldı. Fakat bu din değişikliğine rağmen sihirbazlara ve kâhinlere olan düşmanlık devam etti.

b) Hz. Musa ve Firavunlar Devrinde Sihir:
Sihirler ve sahirler tarihinin ikinci bölümünü de Mısır’da Firavunların sihirbazları ile Musa (a.s.) arasında geçen olaylar teşkil etmektedir. Kur’an-ı Kerim’deki;
“…insanların gözlerini büyülediler”
“…büyüleri sayesinde ipleri ve sopaları, kendisine gerçekten koşuyor gibi görünüyor” ayeti kerimelerinde açıklandığı üzere Mısır sihirbazları da esrarengiz bir şekilde yaptıklarını halkın gözlerinden kaçırmak suretiyle hayali şeyleri gerçekmiş gibi göstererek sihir yaparlardı. Bunların bu hokkabazlıklarını ortaya çıkarmak ve masum halkı bunların hile ve aldırmalarından kurtarıp doğru yola yönlendirmek için Cenabı Hak Musa (a.s.)’ı Asa ve Yel-i Beyza gibi mucizelerle peygamber olarak gönderdi.
Firavun sihirbazlarının halkı nasıl aldattıkları ve Musa (a.s.)’ı, Asa mucizesiyle onların bu hilelerini nasıl hükümsüz bıraktığı Araf ve Taha surelerinde özetle şöyle anlatılır. “Sihirbazlar tarafından ortaya atılan ve içleri cıva ile dolu olan ipler ve sopalar güneş ısısı veya başka bir hararetle ortalıkta hareket etmeye ve dönmeye başladığı ve halkı büyülediği bir sırada, Hz. Musa Allah’ın emriyle elindeki asayı onların üzerine atmasıyla büyük bir yılan haline gelen asa, onların tamamen yakalayarak yutunca, sihirbazlar hemen secdeye kapanıp Allah’a iman etmişlerdir.
Firavunlar devri geçip Tevhit akidesinin şirke üstün gelmesinden sonra Mısır sihirbazları da ortadan kalkmış ise de, tarihin her devrinde bir takım bilgisiz ve cahil insanları kandıran büyücüler bulunduğu gibi, o devirde de bu sanatı gizlice icraya devam edenler buluna gelmiştir.

c) Süleyman (a.s.) Devrinde Sihir:
Kuşdilini bilen, rüzgâra hükmeden, istediği yere çok kısa bir zamanda gidip gelen, insanlar, cinler ve kuşlardan müteşekkil orduları olan, bakır madeninin ilk defa onun için bir pınar gibi akıtıldığı bildirilen ve bütün cinlerin itiraz etmeksizin emirlerini yerine getirdiği Süleyman (a.s.) döneminde de birtakım gayri memnun zümreler türemiş ve bunlar çeşitli fitnelerle Hz. Süleyman’ın saltanatını yıkmaya çalışmışlardır.
Esaretleri, cahillikleri, fakirlikleri ve yurtsuz dolaşmaları gibi nedenlerle madden ve ahlaken bozulup tüm niteliklerini kaybettikleri zamanlarda sihir, büyü, tılsım ve buna benzer diğer sanatlara ilgi duyan Yahudiler, Süleyman (a.s.) devrinde de hiçbir çaba sarf etmeden bu tür tılsım ve büyülerle kendi geleceklerini kazanabilecekleri zannıyla hem kendilerini hem de halkı aldatmaya başladılar. Öyle ki; sihir ve büyücülük ilminin kaynağının Süleyman (a.s.) olduğunu, O’nun büyük saltanata ve muhteşem güçlere büyülerle hükmettiğini iddia etiler ise de, Kur’an-ı Kerim bu iddiaları reddetmiştir.
“Süleyman’ın hükümranlığı hakkında onlar şeytanların uydurup söylediklerine tabi oldular. Hâlbuki Süleyman büyü yapıp kâfir olmadı, lakin şeytanlar kâfir oldular.”
Yahudilerin büyük bir nimet olarak kabul ettikleri sihir ve büyü o kadar aygınlaşmıştı ki, o devirdeki din adamları (hahamlar) bile bu sanatla uğraşmaya başlamışlardı. Bunun neticesi olarak kâhinler tarafından cin çağırma, karı-kocanın arasını bulma gibi sihir, büyü ve efsun kitapları yazıldı. Bu arada geçmiş ve gelecek hakkında efsaneler, masallar ve romanlar ve yalanlarla dolu eserler neşredildi. Olaylar ve gerçekler tahrif edilerek insanları aldatacak ve yanlış yollara sevk edecek hurafeler anlatılmaya başlandı.
Hz. Musa zamanından beri İsrail oğulları arasında sihir, büyü ve hokkabazlık bilinmekteydi. Ancak Hz. Süleyman devrinde başka bir boyut almıştı. Bir taraftan Süleyman (a.s.)’ın devleti aleyhinde birtakım siyasi ve içtimai entrikalar takip edilmiş, diğer yandan da sihir ve büyüyü “yaşamı kolaylaştıran Süleyman’ın ilmidir” diye iftira kampanyası başlatılmıştı. Bu o kadar ileriye götürülmüş ki, İsrail oğulları O’na bir peygamber değil sihirbaz bir hükümdar olarak bakmaya başlamışlardır. Bunun için Yahudiler, devlet olamadıkları zamanlarda milletler arasında gizli yollarla bu tür neşriyatı yaymaktan ve bir hünermiş gibi büyücülük ve sihirbazlıktan vazgeçmemişlerdir.

d) Hintlilerde Büyü
Sihir ve büyü, Hint dinlerinden olan Budha dininin en gösterişli ve önemli törenlerinde yer alırdı. Bu törenlerde büyü uygulaması geceleri mırıltı halinde belli sözler söyleyerek yapılırdı. Büyü için kullanılan araçlar da çeşitli bitkiler, merhemler, ölülere ait eşyalar gibi şeylerdi. Aşk büyüleri, hastaların iyileşmesi ve şeytan kovmak için yapılan büyü uygulamaları yanında yoga çileciliği de birçok yönleri ile Budha büyücülüğüne benzemektedir. Bunların sihirleri yiyecek, içecek ve insanlarla ilişki konularında perhizler yaparak ruhu kuvvetlendirmeye dayanır.

e) Yunan ve Roma’da Sihir:
Dilimizde, büyü, efsun, cadıcılık gibi kelimelerle ifade edilen sihir, Grekçe’de “mageia” ve “sorcellerie” tabirleri ile söylenir. Midyalılarda ve eski İran’da rahiplerin tabiatüstü kuvvetlere sahip olduklarına inanıldığından onlara “maguş” denilirdi. Bunun Latince karşılığı ise “magicien” kelimesidir. Bu da efsuncu ve sihirbaz demektir.
Her asırda cahil halkın rağbet ettiği sihir ve büyü, Keldanilerden ve Mısır’dan gelen etkilerle putperest ve çok tanrılı bir inanca sahip olan Roma ve Yunan’da da uygun bir zemin bularak gizli büyücü örgütler büyüsel törenlerle yaşamaya devam etmiştir. Yunanlıların Tesalya bölgesi, büyücü kadınlar ve cadıların merkezi haline gelmişti. Bütün bu hareketliliğin temelinde yerel inançlar ve ağızdan ağza dolaşan efsaneler yatar. MÖ 451 yılında bir yasa ile sihir ve büyü uygulamaları yasaklanmış ise de, halk arasında yaşamaya ve yayılmaya devam etmiştir.
Roma’da ise, Mısır ve Keldani kaynaklı sihir ve büyü inancı yaygınlaşmaya başlayınca birçok büyücü Roma’ya akın eder. İmparatorlar bunlardan yaralanmakla birlikte onlara kötü davranmaktan da geri kalmazlar. Tiberus’un büyü yapmakla suçlanan azat edilmiş 4000 köleyi Sardunya adasına sürdüğü, Apuleus’un büyücülük suçlamalarına karşı kendini savunmak zorunda kaldığı nakledilir.
Batı’da kilise, yüzyıllar boyunca acımasızca sihir ve büyü ile mücadele etmiş ise de, 1085 yılında Mağribîlerden geri alınan İspanya’nın Toledo kenti sihir ve büyü merkezi haline getirilmiştir.

e) Cahiliye döneminde sihir:
Cahiliye dönemi Araplarında da fal okları atmak, taşları dikerek bunlardan gizli anlamlar çıkarmak, yıldızlara bakarak gelecekten haber vermek, yatay ve dikey çizgilerle büyülü olduklarına inandıkları kareler çizip içine çeşitli sayı veya harfler yazmak suretiyle bunlardan birtakım gizli manalar elde etmek gibi sihir ve büyücülük uygulamaları yaygındı.
İslam dini, melek, cin ve şeytan gibi görünmeyen varlıklara inanmayı emretmekle birlikte en üstün ve yüce güç olarak tanıdığı ve onun iradesi dışında hiçbir kimsenin hiçbir yolla başka birine yarar ve zarar veremeyeceğini temel ilke olarak benimsediği için büyü ve büyücüde olağanüstü güç kabul etmeyi, Allah’ın birliği ve gücünün üstünlüğü inancına aykırı bulur. Bu nedenle Kuran-ı Kerim; “Yaptıkları sadece bir büyücü hilesidir. Büyücü ise nereye varsa, ne yapsa iflah olmaz.” ayetiyle büyünün bir hile ve sahtekârlık olduğunu, “Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar, fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir. Bunlardan uzak durun ki, kurtuluşa eresiniz.”(2) ayetiyle de büyücülerin asla huzur bulamayacaklarını ve o dönemde çokça uygulanmakta olan fal okları atmak, putlar dikmek gibi şeyleri de şeytanın murdar işlerinden sayarak yasaklamıştır.

f) Asr-ı Saadette Sihir:
Tevrat’ta ve İncil’de geleceği haber verilen ahir zaman Peygamberi Hz. Muhammed (sav)’in gönderilmesi, Ehl-i Kitabı pek memnun etmedi. Çünkü onlar kendilerinden bir peygamber bekliyorlardı. Bu kıskançlıklarını her fırsatta gündeme getiriyorlar ve efendimiz aleyhine kampanyalar düzenliyorlardı. Bu işi O’na sihir ve büyü yapmaya kadar götürmüşlerdi. Ancak onların her hareketi peygamberimize vahiy yoluyla bildiriliyordu. Bu durumu gören Ehl-i Kitap Cebrail’e düşman oldular ve peygamberlere iftiralar atmaya başladılar. Hz. Süleyman (s.s.) hakkında “O peygamber değil, sihirbaz bir hükümdardı. Sihirlerini mucize gibi gösterirdi.” Gibi sözler söylemeye başlamaları üzerine, Kur’an-ı Kerim Hz. Süleyman’ın sihirle bil ilgisinin olmadığını, sihrin küfürden ihanet bulunduğunu belirtti.
Bu ayeti kerimede eski bir medeniyet merkezi olan Babil halkı arasında cereyan eden iki küçük olaydan bahsedilmektedir. Biri şeytanların insanlara öğrettiği sihir, diğeri de Harut ve Marut ismindeki iki meleğe Allah tarafından ilham olunan ve bunların bilinmesiyle o zamanki İsrailoğullarının vakıf oldukları birtakım yaratılış sırlarıdır. Bu meleklerin öğrettikleri aslında sihir olmadığı halde, şeytanlar bu bilgileri sihir olarak kullanmışlardır. Çünkü Harut ve Marut bu bilgileri öğretecekleri kimseye “bizim sana aktaracağımız şeyler fitneye müsaittir ve yapılması küfüdür” demedikçe kimseye öğretmiyorlardı.
Buna göre, bu iki meleğe indirilen ve Babil halkına öğretilen şeylerin aslında sihir olmayıp, sihir şeklinde de kullanılmaya müsait bilgiler olduğu, bu şekilde kullanıldığı takdirde küfre sebep olacağı anlaşılmaktadır. Gerçekten de her ilim hayra da şerre de müsaittir. Nitekim İslam’ın hak din olduğunu ispatlamak üzere Allah tarafından ihsan olunan mucizeler, kerametler ve diğer ilimler, hikmetler ve fenler bahane edilerek, birçok melanetler ve küfürler yayılmıştır ki, bunların hepsi de sihir kadar toplumda tahribat yapmıştır. Bu ise ilmin öğrenilmesi ile değil de uygulanması ile ilgili bir husustur. Çünkü bilgiler iyi yolda kullanılırsa zehirlerden ilaçlar yapılır, kötü maksatla kullanıldığında da ilaçlardan zehir elde edilir. Ulemamız bu ayetlere ve diğer nasslara dayanarak İslam’da yasaklanmış hiçbir ilim dalının bulunmadığına, şerrinden korumak için sihir ilminin de öğrenilmesinin gerektiğine hükmetmişlerdir. Ancak yapılmasının haram ve küfür olduğunda şüphe yoktur.

g)Eski Türklerde Sihir ve Büyü:
Türk kavimlerinde de büyü, kehanet, falcılık ve cincilik gibi inanışlar vardı. Eski Türklerde, Şaman da denilen dini, sihri ve mistik otoriteyi temsil eden Kam’ın ruhlar, tanrılar ve cinlerle ilişki kurduğuna inanılırdı. Kam, afsun ve büyü yapar, afsunlu sözler söyler, kehanet yolu ile insanın içinden geçenleri bilir, gaibden haber verir, cin çarpması ve hastalıkları tedavi eder, anlaşılmayan afsunlu sözler söyler, üfürür, davul döver, kendinden geçerek görünmeyen varlıklarla ilişkiye girer.
Bu işi yapan kimseye ürgün denilen bir ücret verilirdi.
Eski Türklerde çocuklar cin çarpmasına ve göz değmesine karşı afsunlanırlardı. Yine göz değmesine karşı bağ, bostan ve bahçelere korkuluk ve nazarlık dikilirdi. Cin çarpan kimsenin yüzüne soğuk su serpilir, sonra “kovuç kovuç” (kaç kaç) denilerek üzerlik ve öd ağacıyla tütsülenirdi. Oğuzlarda “kovuç-kovuz” cin çarpmasına karşı afsun, üfürük olarak söylenirdi. Yel “cin”, yelvi “büyü”, yelviçin “büyücü” anlamında kullanılırdı.
Kıpçaklarda büyüye “arbav” denilirdi, yılanı deliğinden çıkarmak veya zehrini gidermek için yılan afsunu okunurdu.
Dudaklardaki uçuk kötü bir ruhtan bilinir, özel bir törenle afsunlanarak tedavi edilir, tedavi edene de uçukçu denilirdi. Havayı etkileyerek yağmur, kar ve dolu yağdırmakta kullanılan afsunlanmış taşa ya da cada veya yat gibi isimler verilmiştir.
Eski Türkler atın boynuna nazarlık olarak boncuk denilen bir taş ve bir çeşit muska takarlardı.
Başkırtlar, hastalığı tedavi etmek veya korkuyu yatıştırmak için kurşun eriterek hastanın başında bulunan kap içindeki suya döker ve bu sudan hastaya içirirlerdi. Kurşun döken kadın kurşunun suda aldığı şekle bakarak hastalığın sebebini söylerdi. Sudan alınan kurşun hastanın elbisesinin göğsüne muska olarak dikilirdi. İslam’dan önceki Türk boylarında her türlü bela ve afetlere karşı koruyucu etkisine inanılan muska ve tılsım âdeti yaygındı.
X. yüzyılda Türk boylarının büyük kitleler halinde Müslümanlığı kabul etmelerinden sonra da, İslam ‘da şiddetle yasaklanmış olmasına rağmen, sihir ve büyü İslam’dan önceki devirlerden kalan adetlerle, eski İran, Mezopotamya, Mısır ve Anadolu’daki Bizans kültüründeki katkılarla günümüze kadar varlığını sürdürebilmiştir.
Türklerin Müslüman olmaları sırsında bu âlemin Kam’ları, Budist ve Maniheist rahipleri, yeni dinin yayılmasını önlemeyince eski geleneklerini yaşatmak ve mesleki çıkarlarını korumak için kendi hurafelerini, başka milletlerden öğrendikleri adet ve inançlarla birleştirip bunlara biraz da dini bir görüntü verecek cincilik, üfürükçülük, muskacılık ve efsunculuğa yeni bir şekil kazandırmışlardır.
XI. yüzyılın ikinci yarısında yazılmış olan Kutadgu Bilig’de kamlar otacı denilen hekimlerle birlikte anılmış, her derdin bir dermanı ve iyi edecek kamı bulunduğu belirtilmiştir. Yusuf Has Hacip, “muazzim”lerin (üfürükçü, muskacı), okuyup üfleyerek, muska yazan, yel (cin) ve şeytan hastalıklarını tedavi eden, “afsuncuların” ve “emiç”lerin oluşturduğu sınıfın, toplumdaki ruhi, cini hastalıların iyileştirilmesinde gerekli görüldüğünden bahseder.
Böylece eski kam ve rahip geleneğini yürütenlerin, artık muazzim adını aldıkları, eski afsun geleneğine dini-İslami bir veche vermek niyetiyle Kâbe, levh-i mahfuz, arş, kürsi zemzem vb. terimleri, Kuran’dan bazı ayet ve sureleri, büyü unsuru veya malzemesi olarak kullandıkları görülmektedir. Doğu Türkistan azaimcileri, mesleklerinin Hz. Fatma’ya dayandığını ispat etmek için Risale-i Perihan isimli bir eser meydana getirmişlerdir. Aslında Mezopotamya, İran ve Mısır büyü geleneklerinin karışımı olan bu telakki, Anadolu’da eski putperest dinlerin ve Hıristiyanlığın da dâhil olduğu kültür etkileriyle daha çok çeşitlendi.
Halen Türkiye’nin çeşitli yönlerinde değişik uygulamalar içinde sihir ve büyü geleneği varlığını sürdürmektedir. Hunlar’dan günümüz Türk toplumlarına kadar uzun bir gelişme çizgisi takip eden sihir ve büyü bugün Türkiye’de genellikle kötü niyetle yapılmaktadır.
Karı- Koca veya başka kişilerin arasını açmak, insanın bazı kabiliyetlerini, dilini, bahtını, nasibini, cinsi gücünü, idrarını bağlamak, sakatlamak, uyutmak, malına, canına, hayvanına zarar vermek, kız kaçırmak, kız ve erkeklerin bahtını bağlamak, kadının gönlünü çalmak gibi kara büyü yanında, kişinin kendisini, ailesini, mal ve mülkünü koruma, çocuk sahibi olma, hırsızı bulma, bol ürün ve kazanç sağlama, bela ve musibetlerden koruma gibi ak büyü örnekleri de görülmektedir.
Sihir ve büyü yapmak için içinde tılsımlı yazılar, şekiller, ayetler, dualar bulunan muskalar, muhabbet ve şifa maksadıyla veya düşmanlık, cin, hasım ve benzerlerinden korunmak için muskacılara yazı yazdıranlar halen mevcuttur. Bunların yörelere göre birçok çeşitleri olduğu gibi bu işlem için de şu malzemelerden istifade edilir. Saç, elbise parçası, tırnak, sabun, iğne resim, ip tespih, çakı, kilit, düğme, at nalı, kazık, demirci örsü, kurşun, demir, bakır vb. maden parçaları, toprak, yumurta, koyun işkembesi, horoz kanı, sıpa dili ve bal mumu gibi şeylerdir. Bu tür büyülenmiş nesnelerin saklandığı veya bulundurulduğu yerler arasında boyun, koltuk altı, cep, elbise astarı, yatak veya kör kuyu ve mezar gibi yerler sayılabilir.

h)Günümüz Avrupa’sında Sihir ve Büyü:
Grek Uygarlığı’nın çöküşünden ve Roma İmparatorluğu’nun parçalanarak yıkılmasından sonra, Hıristiyanlığın Avrupa’da yayılması neticesinde kilisenin sihir ve büyü ile amansız bir mücadele sürdürmesine rağmen, 15. ve 17. yüzyıllar arasında Avrupa’da doruk noktasına çıkan sihirbazlık, 19.asır sanayi devrimi ile birlikte bilgiye daha kolay erişilmesi ve maddeciliğin ön plana çıkması dolayısıyla, ruhlarda meydana gelen izah edilmez dalgaları yatıştırmakta zorlanınca, bazı açıkgöz insanlar, birçok zavallıyı kandırmış, dolandırmış, muhtelif dualarla çalınan şeyleri bulmak, domuzun yağını aşk işlerinde kullanmak, nazara uğrayanları kurtarmak için kurşun eritmek, hastalıkları iyi etmek için nefes ettirmek ve daha buna benzer hadiseleri sihir ve büyü ile gizli güçlerle halletmeye kalkışmışlardır. Fakat bunlar, günümüzdeki bilgili ve ileri insanların inanamayacağı şeyler olduğundan sihir ve büyünün yerini bugün telkin almıştır.
Günümüzde bazı metafizik olaylar daha çok felsefi yaklaşımlar ve ezoterizmle çözümlenmeye çalışılmaktadır. İki dünya savaşı geçiren 20. yüzyıl, oldukça şaşırtıcı bir şekilde sihir ve büyücülüğü yeniden gündeme getirmiştir. Bugün İngiltere’de on bin faal büyücünün bulunduğu , ABD de ise bu sayının iki katı olduğu tahmin edilmektedir.
Tüketim uygarlığının, aşırı maddeciliğin ve kapitalist emperyalizmin kurduğu sistemin içinde bulunanlar, çıkış arayıp bulamayanlar değişik yolculukların peşine düşmekte,kendilerini ayda başkalarını aldatarak 20.yüzyılın teşkilatlandırılmış büyücülüğü olan ak, kara ve kızıl büyülerin cazibesine teslim etmektedir.
Özellikle son yıllarda Avrupa’da bir çok büyük kentinde,Londra’da ,Paris’te,Milano’da ibadete kapalı ,eski,kısmen yıkık kiliselerde siyah mumların ışığında ayinler düzenlemeye ,kara kediler,kara horozlar kesilmeye, kanlar akıtılmaya devam edildiği Los Angeles’ ta büyücü örgütlerin sayılarının kabardığı, dergilerde ve gazetelerde büyücülerin, falcıların medyumların sayfalar dolusu ilanlar verdiklerine, televizyon ekranlarında resmi cadıların program yaparak kitaplarını tanıttıklarını, her türlü sihir ve büyücülüğün gündemde yerini koruduğuna, medyatik olduğuna, şu veya bu şekilde varlıklarını sürdürdüklerine şahit olmaktadır.
İngiltere’de sihirbazların, büyücülerin, cadıların ve büyücü örgütlerini, genç güzel, alımlı ve çoğunlukla çıplak olan cadı kılıklı bayanlar ve taraftarları ile gece vakti açık alanlarda veya kapalı mekanlarda ayinler düzenledikleri, eskiden kalma dualar okudukları, sihirli daireler çizdikleri, kurulan sunaklarda kılıç, kama, sihirli değnek, tuz, su ve tütsü gibi materyaller kullanarak doğa güçlerine taptıkları ve böylece kötü etkilerden korunduklarına inandıkları ve bu toplantılarına çıplak olarak icra ettikleri İngiliz basınında yer almaktadır.
Dünya tarihinde folklora dayalı bir kültürün yansıması ve ilkel bir bilgi olarak değerlendirilen sihir ve büyü,çağdan çağa,kıtadan kıtaya tekrarlanarak uygulanmaya devam etmiş,her zaman ve her yerde mevcut olmuş ve olmaya devam etmektedir.Teknolojinin, sömürünün, aşırı güç ve iktidar oyunlarının kol gezdiği çağımızda bile başvurulan bir çare olarak görülmektedir.
İkinci Dünya savaşında,Almanların İngiltere’yi istila etmeye hazırlandıkları bir sırada Bournemouth sahillerinde ülkenin en ünlü büyücü ve cadılar bir araya gelerek sihirli daireler çizerler,güçlerini birleştirerek ve Hitler’e şu mesajı gönderirler : Denizi aşamasın, denizi aşamasın, buraya gelemesin, buraya gelemesin!”
Hitler’in bu mesajı alıp almadığı bilinmiyorsa da büyücülerin tüm çabasına rağmen, Londra’nın Liman bombalarına hedef olduğu bilinmektedir. İngiliz büyücülerinin bu yöntemi, daha önce,Nopolyon’a ve Kraliçe Elizabeth döneminde İspanyollara karşı da uyguladıkları söylenmektedir.

Sihir ve Büyünün Tarihçesi hakkında soru,sorun ve görüşleriniz için bizimle iletişime geçebilirsiniz…

İlgili Yazılar

Bir Yorum Yazın